Scroll Top

İslam düşmanlığı insanlığı tüketti

kapak

Yeni Zelanda’daki katliam, İslam düşmanlığının geldiği noktanın en bariz göstergelerinden biriydi. Sadece İslam düşmanlığının değil, “insanlığın” geldiği hazin seviyenin de en belirgin işaretiydi aslında.

50 kişinin katledildiği vahşi saldırıda hayatını kaybedenlerin bazıları ülkesindeki savaştan, bazıları ise yoksulluktan kaçıp Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrine gelmişti. En küçük kurban ise daha sadece 3 yaşındaydı. Ya 4 yaşındaki Abdullah… Ailesi daha iyi yaşam şartlarına sahip olabilmek için yıllar önce mülteci olarak Somali’den Yeni Zelanda’ya yerleşmişti. Babası ve diğer 4 kardeşi katliamdan kurtulmayı başarmıştı ancak Abdullah o kadar şanslı değildi. 71 yaşındaki Haji-Daoud Nabi ise Afganistan’daki savaş nedeniyle ülkesinden kaçıp mülteci olarak Yeni Zelanda’ya gelmiş fakat ölümden kaçamamıştı. Biri önündeki hayata henüz adım atmaya başlamış, diğeri yürüdüğü uzun yolu arkasında bırakmıştı. Aynı inançla, aynı camide buluştular, aynı celladın silahından çıkan kurşunlarla şehit oldular.

Hayatını kaybeden 51 kişinin bambaşka hikayeleri olsa da ortak bir noktaları vardı. Hepsi Müslümandı.. Sahi Müslüman olmak ne zamandan beri suç olmuştu? Ne zaman bir insanın hayatını elinden almak, onu ve ailesini ölümle cezalandırmak için bir gerekçe haline gelmişti?

Aslında cevabı çok basit: Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte dünya, kendine yeni bir düşman arayıp komünizm tehlikesinin yerine “İslam tehdidi”ni koyduğu zaman.

11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleştirilen terör saldırısının bugünlerin zeminini hazırladığını söylemek yanlış olmaz. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 11 Eylül’de düzenlenen terör saldırıları ile ilgili yaptığı bir konuşmada saldırılara karşı başlattığı savaşı “Haçlı seferine” benzetmişti. O günden sonra yazılı ve görsel basında İslam karşıtı söylemler ayrı bir boyut kazandı. 11 Eylül’den sonra İslam ile terör ve şiddet arasında doğrudan bağ kuran pek çok film çekildi. 2001-2014 yılları arasında ABD yapımı olan “24” isimli dizide, hayal ürünü “Müslüman” teröristlerle terör karşıtı örgütlerin mücadelesi konu edildi. ABD’li bir bakanı ve kızını kaçıran, kanlı eylemlere giren teröristler, Müslüman bir Türk aileydi. “Innocence of Muslims” isimli 2012 yapımı Amerikan filmi “Hz. Muhammed”e hakaret eden repliklerle doluydu.

Washington Post gazetesinin yaptığı bir araştırmaya göre 1996-2015 yılları arasında yayımlanan 850 bin haber ve makalenin yüzde 78’i İslam ve Müslümanlar hakkında olumsuz içerik taşıyor. Araştırmaya göre Müslümanlar,  haklarında olumsuz haber yapılan en büyük sosyolojik grubu teşkil ediyor. Üstelik sadece şiddet ve terör haberleri değil, Müslümanlar hakkında yapılan ve içeriğinde herhangi bir terör ya da aşırılık referansı olmayan haberlerin bile yüzde 54’ü negatif içerikli. İslam karşıtlığını körükleyen içerikler tüm iletişim araçlarını sararken, bir yandan da her gün gazetelerde “saldırı veya hakarete uğrayan başörtülü kadın veya sakallı erkek” haberleri görmeye başladık. İkisi arasındaki korelasyon uzun süre görmezden gelindi.

Avustralya’nın The Age ve The Herald Sun gazetelerinde Müslümanların ve İslam’ın temsiliyetine ilişkin bir analizde, her iki gazetenin de İslam’ı ve Müslümanları terörle birleştiren bir tavır sergilediği ortaya çıktı. Her ikisinde de sıklıkla “fanatik”, “köktenci”, “safkan”, “terörist”, “radikal”, “aşırılıkçı”, “militan”, “radikal İslami grup” ve “köktenci İslami teröristler” terimleri ve tanımlamaları kullanılmıştı.

Peki bütün bu medya manipülasyonundan nasıl bir sonuç çıktı? 2016 yılında ABD’de nefret suçları en yüksek seviyeye ulaştı. Öyle ki o yıl Müslümanlara yönelik saldırılar 2015 yılına oranla yüzde 57 oranında arttı. Batı’da gerek medyanın gerekse üst düzey yetkililerin yaptığı İslam karşıtı, ırkçı açıklamalar sadece İslamofobiyi değil, “beyaz üstünlükçülüğü”nü de normalleştirdi. Batı medyası ve iletişim kanalları tarafından özenle ve sabırla hazırlanan bu karışımın ürünüydü, Yeni Zelanda’da karşımıza çıkan.

Ama belli ki aynı medya pek bir memnundu ürününden. Katliamı haberleştirirken bile “terörist” kavramını kullanmaktan kaçındı. Ne de olsa zaman içinde Müslüman olmayı terörist olmanın ön koşulu haline getirmeyi başarmıştı. Eğer toplu katliamcı Müslüman değilse, olsa olsa bir meczup olabilirdi ya da sıradan bir katil. Ama Daily Mirror çok daha iyi bir tanım buldu. “Melek gibi.” Gazete, caninin çocukluk fotoğrafını kullanıp “Büyüyünce aşırı sağcı bir katile dönüşen melek gibi çocuk” başlığıyla, algı çalışmalarında ikinci faza geçti ve caniyi sempatik göstermeye çalıştı. Yetmedi, Yeni Zelanda polisi de katliamı terör saldırısı değil, “cinayet” olarak adlandırdı.

Ama hiçbiri bu saldırıdan Türkleri ve/veya Müslümanları sorumlu tutan Müslüman Türkler kadar acıtmadı. Bazı sosyal medya kullanıcıları benzer bir katliamın İstanbul’da gerçekleşmesini dileyen paylaşımlar yaptı. İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batırayım derken sağduyusunun şirazesi kayanlar oldu; özeleştirinin boyutu “onları bizi katledecek kadar öfkelendirecek ne yaptık acaba” noktasına vardı. Bir de en üst perdeden muhalefet yapacağım derken saldırıdan “İslam dünyasını” sorumlu tutan Kılıçdaroğlu gibilerini gördük ki orada herkesin söyleyecek sözü tükendi.

Merve Gökhan 

Benzer gönderiler