Scroll Top

İlk çiti kim çektiyse…

WhatsApp Image 2019-02-25 at 14.06.05 (1)

Bir tuğla ya da bir taş diğerlerinin üstüne yığıldığında başlar duvarın hikâyesi. Kendisi hiç bilmez, kimi kimden ayırmıştır, kimi korumuştur, kimi tutsak etmiştir gölgesine. Görevinin bilincine varmaksızın dikilir karşımıza. Bir evin bahçesini yoldan ayıran bir yığın taş da olabilir duvarın mahiyeti, bir ülkenin diğerine “Burası benim sınırım, buradan ileri geçme.” dediği o an da olabilir. Hatta bazen bir şehrin içinden geçip insanlığı ikiye böler, bazen de bir çiçeğin üstünü örter. Velhasıl duvar örmek ciddi bir iştir, öyle şakaya gelmez. Hele yıkılmaz sağlam duvarlar örmek, araya sınırlar koyabilmek cüret işidir. Çünkü duvar; bir ülkenin, bir şehrin yahut bir çiçeğin kaderini değiştirebilir.

John Locke mülkiyetin felsefesini yaparken, ilk çiti kimin çektiğini düşünür. Locke’un tasvir ettiği toplumda, emeğin tabiatı dönüştürmek için bir araç olarak tanımlandığını görürüz. Yani bir ormanı alıp parka dönüştürebilir ve onu insan emeği ile değiştirebiliriz. İşte böylece tabiatı kullanıp kendi insani ihtiyaçlarımızı karşılarken mülkiyetin de kapılarını aralamış oluruz. Tabiat dediğimiz sınırsızdır… Zaten onu çitlerle, duvarlarla böle böle mülk edinmemiz de tabiatın hepimize yeteceği düşüncesinden vuku bulmadı mı?

Duvarlar ise bir ayırma, ayrıştırma yöntemi olarak kaldı belleğimizde. Bir süre sonra bu “koruma” duvarlarının adını “utanç” koyduk. Fukuyama’nın “tarihin sonu – liberalizmin zaferi” olarak nitelediği ve dönemin gerçek anlamda yıkıldığı o günlere, Berlin’e geri dönelim hemen. Duvar deyince akla gelen ilk yerlerden biridir Berlin. 1952 yılında çizilen sınır, ihtiyacı karşılamamış olacaktı ki araya duvar örme kararı alındı. II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçışlar büyük ölçüde Berlin’den gerçekleşiyordu. Bu nedenle duvar 1961’de, Doğu Almanya’nın içinde ABD güdümündeki kapitalist Batı Berlin’i çevrelemek için, Doğu Almanya meclisinin kararıyla 12 Ağustos’u 13 Ağustos’a bağlayan gecede örülmüştü. Meclis kararı ile yaptırılan bu duvar tam 46 km uzunluğundaydı. Ve artık Berlin Duvarı Soğuk Savaşın simgesi haline gelmişti. Dünyanın iki kutbu vardı. Her iki taraf da hem cismen hem fikren birbirini “çevrelemek” gayesindeydi.

Bir devrin sonuna yaklaşılıyorken Sovyetlerin başına Gorbaçov geçmişti. Bazı kesimler tarafından reformistlikle itham edilen Gorbaçov’un “glasnost-perestroyka” ile Sovyetlerin ömrünü uzatma çabası, dönemin Amerika Birleşik Devleri Başkanı Ronald Reagan tarafından içtenlikle karşılanıyordu. Reagan, Berlin duvarıyla ilgili şöyle konuşmuştu: “Güvenlik ve özgürlüğü bir arada istiyoruz. Bu duvarı yıkın!”

Berlin Duvarı yıkıldı. Ancak yıkılışı ilginç görüntülere sahne oldu. Duvarın üstüne çıkmış onlarca insan, aşağıdan yukarıdakilere bağıran yüzlercesi, duvarın üzerindeki grafitiler, sloganlar, heyecanla eline geçeni betona savuran insanlar… O gün, Berlin’de duvarlar yıkılsın istedik. Söz konusu duvar hem sosyo-politik etkileri hem de temsil ettikleri açısından ilginç ve bir o kadar da trajikomik değil miydi? Üstelik Berlin Duvarı yalnız değil. ABD’yi Meksika’dan, İsrail’i Batı Şeria’dan, Suudi Arabistan’ı Irak ve Yemen’den ayırmak için inşa edilen duvarlar bu örneklerden sadece birkaçı.

Ve biz yaklaşık yirmi yıldır dünyanın küreselleştiğinden, sınırları kaldırdığımızdan bahsediyoruz, öyle değil mi? Peki, ulus-devlet anlayışına pek de uymayan bu lafların; diyaloğun, iletişimin ve etkileşimin arttığı bugünlerde, haritalara çektiğimiz ayrıştırıcı çizgilerin daha da anlamsız hale gelmesi gerekmiyor muydu? Küresel aktörler, ulus-devlet anlayışının aksi yönünde bir tablo sunarken bir yandan da devletlerin sınırlarını tahkim etmek için duvar inşa ettiğine tanık oluyoruz. Bir ülke için böyle bir engel inşa etmenin fırsat maliyeti nedir diye bakmak gerekiyor. Zaten herkesin gözetlendiğini bildiği, hissettiği bir dünyada, sınırları duvarlarla koruma fikrine neden geri döndük?

Eski ve ilkel bir yöntem gibi görünmesine rağmen, bugün dünyanın en çok konuştuğu konulardan biri olmaya devam ediyor “duvar” meselesi. Yani yaşadık, filmini çektik, izledik… Doyamadık bir daha yaşıyoruz! Bu kez “duvar” ABD’nin Meksika sınırına almak istediği önlem olup çıktı karşımıza. Meksika sınırına duvar örme düşüncesi Donald Trump’ın seçim vaadi olarak dile gelmişti. Hatta bu mesele ABD’de daha önceden defalarca gündem olmuştu. Beyaz Saray hala Meksika sınırından yasa dışı göçmen ve uyuşturucu girişinin engellenmesi için duvarın örülmesinin kritik olduğunu düşünüyor. Bu nedenle Trump duvarın örülmesi konusunda ısrarcı davranıyor. Oysa ABD’nin tehdit addettiği mesele Trump’ın göçmen düşmanlığından başka bir şey değil. Hele ki güney sınırındaki terör tehdidine rağmen 4 milyon mülteciye kucak açan Türkiye ile kıyasladığımızda, ABD’nin Meksika sınırına duvar örme fikrinin altı hepten boşalıyor.

2018 yılının başlarında CNN International tarafından ulaşılan belgelere göre, Kongre’ye bilgi veren yetkililer, Trump’ın planının 1400 kilometresini yeni duvarın inşası ve yaklaşık 1870 kilometrelik kısmını ise yeniden inşa edilecek bölüm oluşturuyor. Duvarın esas uzunluğu 3 bin 145 kilometre olarak hesaplanıyor ve bunun California, Arizona, New Mexico ve Texas eyaletlerinden geçen yaklaşık 1000 kilometrelik bölümünde çeşitli bariyerler bulunuyor. Trump’ın tüm ısrarına rağmen demokratlar duvarın yapılmasına karşı çıkıyor. Duvar yapılmalı mı sorusunun cevabı henüz verilmemişken, maliyetinin nasıl karşılanacağı gibi konular ise gündem olmaya devam ediyor.

Trump’ın Meksika sınırında güvenlik alma fikri ABD’nin ulusal perspektifinden ele alındığında anlaşılır olabilir elbette. Ancak dikkat çekici olan; devletin “mülkiyet” anlayışının günümüzde hala siyasi sınır fikriyle, yani harita üzerindeki bir çizgi olmakla kalmayıp teritoryal ayrım yaratan bir cisme dönüşerek üretiliyor olması.

Meksika sınırına örülecek duvar, ABD tarafını ister istemez savunmacı, antagonist, milliyetçi ve hatta militer bir kolektif logos geliştirmeye yakınlaştıracak. Çünkü sınırın ardındaki insanlar tehlikeli ya da düşman olarak algılandığı için oluşturulan temassızlık, göçmen kimliği sebebiyle karşı tarafa geçmesi engellenenlere karşı korkularımızı tetikleyecek. Ancak hatırlatmakta fayda var; Berlin Duvarı bile alınan üst düzey güvenlik önlemlerine rağmen yasa dışı kaçışlara tam anlamıyla engel olamamıştı.

Modern devlet, otoritesini fiziksel olarak dayatmaktan vazgeçerek psikolojik olarak yol alır ve gözetimi modern kurumlar aracılığıyla sağlar. Önceleri kabile reisi olarak konumlanan iktidar, bugün görünür-görünmez birçok uzvuyla hayatımızı kontrol etmiyor mu? Bu panoptik bakış eski modelden çok daha büyük bir güçtür diyebiliriz. Bu güç öyle bir güçtür ki dünyadaki her gelişmeden haberdar, hatta bu gelişimlerin yaratıcısı ve gözetleyicisi rolündedir. İktidar, sanattan siyasete tüm alanları kendi hegemonyasını kurmak ve inşa ettiğini de korumak gayesinde.

Bir toprağı ilhak etmek Batı’nın Wilson’dan beri ilmek ilmek dokuduğu anlayış için ne kadar kaba bir yöntem ise günümüzde Meksika sınırına duvar inşa etmek de o derece kaba bir yöntem. Oysa hepimiz biliyoruz ki Batı bu tarz kaba söylemler yerine “bir ülkeye özgürlük götürmeyi” her zaman tercih etmiştir. Yasaklayan olmak yerine, ikna edip bahşeder.

Zaten Trump’a yükselen seslerin hepsi de onun bu kaba tavrına bir tepki. Çünkü bu kaba tarz, liberal Batı anlayışının mülk edinme yöntemlerini egale edip eski usule döndüren bir çeşit turnusol kağıdı. Ancak biz biliyoruz ki dünyayı domine eden bu anlayış bireylerin kapılarını kilitlemek yerine, onları evlerinden çıkmamaya ikna ediyor. Yani rızayla, örtülü rızayla yahut zorla bile olsa sonuç aynı. Kapıyı kilitlemek de kapıyı açmamaya ikna etmek de bir yöntem sadece. Tek fark, kapıyı zorla kilitlediğinizde çıkacak seslere hazırlıklı olmanız gerektiği…

Ve siz yine de kimselere kızmayın. Çünkü ilk çiti kim çektiyse odur sorumlu!

Ayşegül Yılmaz

Benzer gönderiler