Scroll Top

Mülteci meselesi üzerine

1

Tunus’ta bir gencin kendi içinde büyük lakin milyonlara vurunca küçücük kalan o meşhur isyanıyla filizlenip, çok kısa zamanda da kalabalıklara karışarak derin ve tehlikeli bir ormana dönüşen Arap Baharı’nın, Orta Doğu’da esen sert rüzgârlarından yalnızca birinin adı Suriye meselesi.

Yaklaşık 8 yıl önce Suriye’de vuku bulan ve bugün halen devam eden iç savaşın nedeni Suriye halkının ülke yönetiminden demokrasi, özgürlük ve insan hakları talep etmesi ve bu talebin karşılıklı olarak -halk ve yönetim- amacından saptırılması, bir türlü uzlaşı sağlanamaması, dahası hakikatlerin göz ardı edilmesinden kaynaklandı.

Yıllar boyu süren iç savaşın bilançosu ağır oldu; 6 yılda 400 binden fazla insan öldü. 10 binden fazlası sivil.

Türkiye’ye ilk yansıması 252 kişilik sığınmacı kafilesinin bundan 7 yıl önce Hatay’dan içeri girmesiyle oldu.

Komşusu acılar içinde kıvranırken ve bu kavga gün geçtikçe daha çok can alırken Türkiye kayıtsız kalamazdı, kalmadı da.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde de bugün sınır dışında kalan; Kırım, Kafkasya ve Balkan bölgelerinden insanlık adına utanç verici asimilasyon politikaları sebebiyle birçok göç dalgası yaşandı. Hâsılı; biz asırlardır coğrafi konumumuz dolayısıyla zaten “göç” meselesinin dolaylı tümleci durumundaydık. Bu bizim için yeni bir hadise asla değildi.

Sınır güvenliği, terör, tehdit, siyasal yahut sosyal her manada kendisini yakinen ilgilendiren bu meselede, Türkiye, yıllar içinde tüm dünyada bambaşka konumlara taşınacak, izlediği sağlıklı ve insani politikalar sayesinde herkesin lakin her şeyden önemlisi önce mazlumların ve mağdurların takdirini, sadakatini ve sevgisini kazanacaktı.

Böylece 7 yıl evvel, Gaziantep’te, Şanlıurfa’da, Kilis’te “yaşam” kampları kurulmaya başladı. Hayatta kalmanın en ulvi 3 hakikati  –yeme, içme, barınma-  sığınmacılara tahsis edildi. Bu “hoş geldin” demekti. Ne de olsa biz ırkçılığı yasaklayan dinimiz ve reddeden kültürümüzle, tüm insanlığı “kardeş” sayarak;  misafiri utandırmamak içinAç mısın?” demeye lüzum görmeden sofrayı kuran, Allah ne verdiyse bölüşüp yiyebilen bir milletiz.

Hoş geldin” demekle yetinilmedi tabii.

Tarih 4 Nisan 2013’ü gösterdiğinde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu yürürlüğe girdi.

Bunun akabinde kampların sayısı arttı; bu kamplarda son birkaç yıldır Türkiye’nin dünya çapında örnek gösterildiği sağlık alanında insanüstü çabalar sarf edilerek mültecilere hizmet verilmeye başladı.

Bir sene sonra ise Türk Kızılayı, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı(WFP)’nın, Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) işbirliğiyle mülteci statüsüne girenlere aylık yemek kartları vermeye başladı.

Bir ailede kişi başına düşen yeme-içme yardımı aylık 80 TL olarak belirlendi.  Bu yardım daha sonra 100 TL’ye çıkartıldı. Mülteciler bu vesileyle kamplarda kurulan marketlerden aylık gıda giderlerini rahatlıkla karşılayabilecek duruma geldiler; lakin tek bir şartla: alkol ve sigara almak yasak!

Türkiye’nin tütünle mücadelesi ve bu konuda Dünya Sağlık Örgütü tarafından defalarca ödüllendirilmesi bir yana dursun,  sağlık alanında yaptığı dev reformlarla bu konudaki hassasiyetini zaten her fırsatta ortaya koydu. Yalnızca kendi milletinin değil komşusunun da sağlığını korumayı kendine görev bildi. Bu uygulama, onları benimsemenin başka bir şekliydi.

Buraya kadarki tüm gelişmeler son derece hayati ve pek tabi insani olmasıyla birlikte, adeta kaza anında yapılan ilk yardıma benziyor.

Savaşın soğuk ve kirli ellerinden inen o kallavi tokatı bir saniye olsun ensemizde hissederek de o imtina ile farklı bir pencereden bakabilmek gerek bu hadiseye.

Asıl hadise ne?

Türkiye toplumunun nezdinde ehemmiyet arz eden en yüce makamlar: kadın ve çocuk ve aile. İşte, asıl mesele.

Baktık bu savaşın dineceği yok; Geçici Koruma Yönetmeliği çıkararak onları bağrımızda sımsıkı bastık; korkma dedik. Korkma, biz buradayız! Huzur içinde çalış, kazan, ye, hâsılı; yaşa dedik.

Vatansız kaldıkları yetmezmiş gibi kimsesiz kalmış çocuklar da vardı elbet; onlar da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının kontrol ve sorumluluğunda AFAD iş birliği ile kamplarda özel ilgiye tabi oldular. Gelecekleri için 80 milyonluk bir ülkenin yarısı ana yarısı baba oldu.

Yine aynı yönetmelikle, rehabilitasyon merkezlerinde psikolojik destek sağlandı savaş mağdurlarına. Yaşadıkları hiç kolay değildi. Bir nebze olsun yaralarına merhem olmayı diledik.

2014 yılına gelindiğinde ise mülteci çocuklar Türkiye’deki devlet okullarına ve geçici eğitim merkezlerine kayıt olabilme hakkı elde ettiler.  Yine aynı yıl, Yabancı Öğrenci Sınavı  (YÖS) ile mülteci gençlere üniversitelere başvurabilme imkânı verildi. Akabinde, isteyen herkesin, Halk Eğitim Merkezleri’ndeki her türlü kursa gidebileceği bildirildi.

Bugün Türkiye’de 3 buçuk milyondan fazla mülteci var. Türkiye’deki Suriyeliler’den 976 bin 200‘ü eğitim çağında. Türkiye 611 bin 524 Suriyeli öğrencinin eğitime erişimini sağlayarak okullaşma oranını %70’lere ulaştırdı.

Türkiye,  demokrasisiyle “umudun ülkesi” oldu

Gerçek bir demokrasiden bahsedebilmek için maddi sınırlardan içeri adımını atan, burada yaşayan -yaşamak isteyen- hatırı sayılır çoğunluğun varlığını kabul etmiş, benimsemiş ve haklarını gözetmiş olmak; sağlık, eğitim, yeme ve içme gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak gerekir.

Kamu Denetçiliği Kurumu tarafından hazırlananTürkiye’deki Suriyeliler” adlı özel raporda, 2011-2017 yılları arasında Türkiye’de 276 bin 158 Suriyeli bebeğin dünyaya geldiği ve 1 milyon 326 bin 849 Suriyeli hastanın yatakta tedavi edildiği de belirtilmişti.

Geçtiğimiz Mart (2018) ayındaki verilere göre Deniz Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik Komutanlığının mücadelesi sonucunda, Ekim 2015’te günlük 7 bin kişiye çıkan kaçak geçiş sayısının 43’e kadar düştüğünü, yıllık 800 dolaylarında seyreden denizde ölüm-kayıp vakaları sayısının ise 45’e gerilediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Son 11 ayda Türk Sahil Güvenlik ekiplerinin kaçak yollarla Yunanistan’a kaçarken yakaladığı ve kurtardığı mülteci sayısı 23 bin 600. Bu bile insan kaçakçılığına yapılan en büyük darbelerden biri değil de nedir?

Türkiye’nin Suriye ile 911 km sınırı olması, onu her anlamda savaştan en çok etkilenen tek ülke haline getirdi.

Bir yandan masum halka kucak açıyor bir yandan da ülke güvenliğini sağlamaya çalışıyordu.

İşte tamda bu sırada PYD ve DEAŞ Türkiye sınırındaki bazı bölgeleri ele geçirme teşebbüslerinde bulundu.

Gaziantep’te bir sokak düğününe DEAŞ tarafından düzenlenen canlı bomba saldırısında 59 kişinin hayatını kaybetmesi de artık bardaktan taşan son damla oldu.

Türkiye güvenliğini tehdit eden bu gelişmeler karşısında sessiz kalmadı.

Bu sebeple bir darbe de 2016 yılında vuruldu. Türk Silahlı Kuvvetleri 2011’de başlayan Suriye iç savaşında Esed rejiminin, DEAŞ, PYD/PKK ittifakının Türkiye’yi hedef haline getirmesine karşı “Fırat Kalkanı” adını verdiği harekâtla sınır ötesi operasyon düzenledi. Operasyon başarıyla tamamlandı ve bölge DEAŞ ve PYD’den arındırıldı. Cerablus ve el-Bab başta olmak üzere bölgede yıkılan şehirler Türkiye’nin desteği ile yeniden ihya edilmeye başladı. Kasım 2017 itibariyla de artık 100 binden fazla Suriyeli mülteci topraklarına güven içinde geri dönebildi.

Peki ya Avrupa bu işin neresinde?

Her fırsatta insan hakları çığırtkanlığı yapan ve ucuz plastik makyajının ardından sahte gülücükler saçan Avrupa, bugün, Türkiye’deki mültecilerin yalnızca 3’te 1’i kadar mülteci barındırıyor. Bir türlü akıtamadığı zehri; islamofobiyi ve damarlarına kadar sirayet eden o pek tehlikeli ırkçı kalkanlarını bir kenara bırakıp masum insanlara “ev” olmak gibi bir düşüncesi hiç olmadı çok sayın Avrupa’nın.

Dünya GSYH’sinin (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) 3’te 1’ini elinde tutan AB zenginlik ve refahına rağmen mültecilerin geçişlerini engellemek için duvarlar, tel örgüler örmekten bahsediyor.

2015 yılında Avrupa Birliği Türkiye’deki sığınmacılar için 2017 sonuna kadar 3 milyar euro fon sağlayacağını taahhüt etmiş 31 Aralık 2017 tarihine kadar yalnızca 1 milyar 85 milyon euro göndermişti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise Eylül 2018 tarihli bir konuşmasında, o güne kadar dışarıdan gelen paranın yalnızca 1,7 milyar euro olduğunun altını çizerek Türkiye’nin mülteciler için 32 milyar dolar harcadığını belirtmişti.

Bugünlerde ise AB tarafından mültecilere yardım etmek amacıyla ikinci kez taahhüt edilen 3 milyar euro’nun çoktan Türkiye’ye iletilmesi gerekiyordu. Henüz “çıt” yok.

Yine AB’nin mültecilere duvarlar örmek için en son icat ettiği “Avrupa kriterlerinden biri de son günlerde ayyuka çıkan Birleşmiş Milletler bünyesindeki “Küresel” Mutabakat. Bu mutabakat mültecilerin istihdamı yahut korunmasından ziyade bazı zengin ülkelerin sınırlarından “istenmeyen” mültecileri kapı dışarı etmeye yardımcı bir model olarak karşımıza çıkıyor. Söz konusu modelde mültecilerin korunması devletten özel sektöre yönlendiriliyor. Yani mültecilerin korunması ve haklarının temini işletme sahiplerinin ve piyasa kurallarının inisiyatifine bırakılıyor. Mülteciler için iş gücü esnekliği hedefi konularak, onları ekonomik çıkarlarına yarayacak ve çıkarları sona erdiğinde de bir kenara atılacak fiili göçmenlere dönüştürüyor.

Aslında AB’nin mülteci politikası bundan ibaret. 

Dünya’dan Türkiye’ye bakış

Türkiye’nin kapılarını ardına kadar açtığı dünyanın birçok yerinden gelen mülteciler için yaptıkları saymakla bitecek türden değil. Uzun yıllardır uluslararası kamuoyunda büyük yankı uyandıran gelişmeler tarafsız gözlerle takip edildiğinde ise hakikat bir kez daha gün yüzüne çıkıyor. Uluslararası sivil toplum kuruluşlarında görevli çok sayıda sorumlu Türkiye’nin mülteci politikalarından övgüyle bahsediyor.

Misaller…

Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı (UNRWA) Genel Komiseri Pierre Krahenbühl ABD’nin Ağustos (2018) sonunda yardımlarını tamamen durdurmasının ardından Türkiye’nin Filistinli mültecilere yönelik politikalarını değerlendirirken şunları söyledi: “Türkiye’ye her geldiğimde Filistinliler ve Filistinli mülteciler hakkında çok güçlü bir duygu ve büyük bir endişe olduğunu görüyorum. Türkiye’nin liderliği sayesinde UNRWA’ya destek için artan bir dayanışma ve siyasi katılım oldu.”

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) Doğu Avrupa ve Orta Asya Bölge Direktörü Alanna Armitage: “Türkiye’nin, gerçekten muhtaç durumdaki bu nüfusa gösterdiği misafirperverliğin ve onlara sağladığı imkânların bir model olduğunu düşünüyorum.”

Avrupa Parlamentosu Türkiye Forumu Genel Sekreteri Laura Batalla, kendisinin de araştırma komisyonunda yer aldığı Washington merkezli düşünce kuruluşu Atlantic Council’in “Suriyeli Mültecilerle Uzun Vadeli Bir Dayanışma Yolunda Türkiye’nin Tutumu ve Zorluklar” başlıklı raporu değerlendirirken şunları söyledi. “ Türkiye’nin sığınan Suriyeliler için gösterdiği çaba diğer ülkelerce yeterince görülmüyor.”

Ayrıca raporda, AFAD, Türk Kızılayı, Gaziantep Belediyesi, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü gibi yerel sivil toplum kuruluşları ve belediyelerin mülteci konusunda sarf ettikleri üstün çabalarının da altı çiziliyor.

Hollanda Dış Ticaret ve Kalkınma İşbirliği Bakanı Sigrid Kaag: “ Türkiye, ülkesindeki Suriyelileri koruma konusunda cömert bir politika uyguluyor.”

Birleşmiş Milletler (BM) İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi Sözcüsü Jens Laerke: “Türkiye’nin dünyanın farklı yerlerinden mültecilere yaptığı ev sahipliği diğer ülkeler için olağanüstü bir örnek.

Selin Korkmaz

Benzer gönderiler