Scroll Top

Prensin reformlarının illüzyon olduğu Kaşıkçı vakasıyla mı anlaşıldı?

1

Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı 2 Ekim günü İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğuna girdi ve bir daha çıkamadı. Olay uzun süre küresel medyanın gündemine birinci sıradan girdi. Kaşıkçı’nın konsoloslukta öldürüldüğü belirlenirken, yetkililer de perde arkasında neler yaşandığına dair araştırmalarına devam ediyor. Peki, Kaşıkçı’nın Washington Post yazarı olması ve Türkiye’deki konsolosluğa girerken hayatından endişe etmesi gibi gerçekleri bir kenara bırakırsak olayın ekonomik ve politik karşılığı ne olabilir? Küresel medyanın bu olayı vuku buluşundan itibaren ısrarla gündemde tutmasının sebebi nedir?

ABD Başkanı Trump, olayın ardından Amerikan hükümetine yakınlığıyla bilinen Fox TV kanalına, Kaşıkçı ve ABD-Suudi Arabistan ilişkilerine dair açıklamalar yaptı. Trump, ABD’nin Ortadoğu projesinde Suudi Arabistan’ın ve özellikle Veliaht Prens Muhammed Bin Selman’ın önemini vurgulayarak “Suudi Arabistan’a ihtiyacımız var.” ifadesini kullandı. Kaşıkçı olayının ardından yöneltilen “Suudi Arabistan’a silah satışını durdur” çağrıları hakkında ise üzerindeki inanılmaz baskıya rağmen Riyad yönetimine silah satışını durdurmayı düşünmediğini ve yapılan satışın Amerikan halkı için 500 bin yeni istihdam anlamına geldiğini dile getirdi.

Amerikan senatosundan yükselen muhalif sesler, Trump’ın öncelediği ekonomik kaygıların aksi yönünde yükseldi. 2 Ekim’de yaşananlardan sonra Senato tarafından Trump’a uyarı mektupları kaleme alındı. Yazılan mektuplarda, “Paranın, adalet ve diğer Amerikan değerlerinden daha önemli olduğu yönündeki açıklamalarınızdan oldukça endişe duyduk.” ifadesi kullanıldı. Öyle ki Senato, Kaşıkçı olayının aydınlatılması için Magnitsky Yasası çerçevesinde harekete geçilmesini istiyor. Dış İlişkiler Komitesinden talep gelmesi durumunda ise ABD Başkanının “ifade özgürlüğü hakkını kullanan bir kişiye yönelik yasa dışı infaz, işkence ve diğer ağır insan hakları ihlallerini” soruşturma şartı getiriyor. Mektupta, “araştırmada çıkan sonuç, medyada yer alan ilgili haberlerle örtüşürse ilgili ülkeye gerekli yaptırımların uygulanması” çağrısı yapıldı. Ayrıca Yemen’e yapılan müdahalenin de sonlanması temennisinde bulunuldu.

Peki, Trump’ın ekonomik yaptırımı göze alamadığı Suudi Arabistan, ABD için neden önemli?

Suudi Arabistan ve ABD arasında kurulan ilişki; petrol, yatırımlar, silah ve savunma anlaşmaları başlıklarında gizli. Kuşkusuz, Trump’ın en çok endişe duyduğu nokta, Suudi petrol kaynaklarının Çin başta olmak üzere diğer ekonomik güçlere kanalize edilmesi. Amerikan hükümeti ile iyi ilişkileri olan Veliaht Prens Bin Selman ise göreve geldiği Haziran 2017’den beri reformist çağrıları ve Batı’yla geliştirdiği iyi ilişkilerle biliniyor.

Önce ABD ve Suudi Arabistan arasındaki bağa kısaca değinelim. Arap yarımadasının en büyük yüz ölçümüne sahip ülke, 1932 yılında Kral İbn Suud’a ait toprakların birleştirilmesiyle Suudi Arabistan adını alıyor. Zaten kurulduğu günden bu yana ülkeye Suud ailesi hükmediyor. Ülkenin dünya politikasındaki önemi ise elbette ki petrol kaynaklarından ileri geliyor. Ülkedeki zengin petrol kaynakları 1938 yılında keşfediliyor ve Suudi Arabistan ekonomik olarak güç kazanmaya başlıyor. ABD Başkanı Roosevelt ve Kral İbn Suud’un 1945 yılında Kızıldeniz’de bir gemide gerçekleştirdiği görüşme, iki ülkenin ekonomik ilişkilerini şekillendirmek için atılan ilk adımdır diyebiliriz. Zira Kral, Başkan Roosevelt’i deyim yerindeyse “çok cana yakın” buluyor ve Churchill’in tüm müdahalelerine rağmen, ülkesinde petrol aramasına izin veriyor. Nihayetinde bu görüşme bugün en büyük günlük üretim sayısına sahip petrol şirketi Aramco’nun kuruluşuna vesile oluyor. Roosevelt ve İbn Suud görüşmesinden çıkan sonuç ise Filistin-İsrail meselesindeki uyuşmazlıklar bir kenara bırakılarak Arabistan’ın güvenliğini sağlayan Amerika’ya göre şekillenecek olan petrol politikası oluyor.

Mart 2018’de Veliaht Prens Selman ile Trump’ın danışmanı Jared Kushner bir araya geldiğinde, Veliaht Prens, Krushner’ı 73 yıldır devam eden bu dostluğun altını çizmek istercesine dedesi İbn Suud ve Roosevelt’in 1945’teki görüşmesini resmeden tablonun önünde ağırladı. Tablonun önünde verilen bu kare önemliydi. Zira dede Suud ve Roosevelt’in o cana yakın ilişkisi hala sapasağlamdı ve bu eski dostluğun ektiği tohumlar Veliaht Prens vesilesiyle yeniden yeşertiliyordu. Aslında her iki ülke de sürdürülen politik ilişki neticesinde iç politikalarında dönem dönem sorunlar yaşıyordu. Filistin meselesindeki farklı bakış, din faktörü ve ABD’nin Suudi Arabistan’a reform baskısına rağmen Suudi devletinin süregelen iç ve dış güvenlik endişesi ile petrol üzerinden gelişen ekonomik ilişkiler iki devlet arasındaki genel tablonun yansımaları. Suudi Arabistan elindeki petrol kaynaklarını işletmek ve pazarlamak için Amerika’ya ihtiyaç duyarken ABD de ucuz enerji kaynağını kaybetmek istemiyor.

Petrol ve doğalgaz üreticiliğinde birinci sırada yer alan Suudi Arabistan gelirinin %45’ini, ihracatının ise %95’ini petrolden sağlıyor. Her ne kadar ikili ilişkiler yolunda görünse de Suud-ABD ilişkilerini etkileyebilecek bazı önemli noktalar var. Yaşanan her krizde bu endişeler gün yüzüne çıksa bile dengenin neye bağlı olduğunu yeniden belirtmekte fayda var. Küreselleşen dünyanın yeni aktörleri Çin, Hindistan ve Rusya’ya Suudi enerji kaynaklarının pazarlanması ve Suud’un bu ülkelerle ekonomik ilişkiler geliştirmesi ABD için son derece önemli ve riskli bir alan. Özellikle Çin ile “ticaret savaşı”nın başlatıldığı böyle bir dönemde ABD için Suudi kaynaklarını kaybetmek epey zedeleyici olacaktır. Bu nedenle hem bir bölgesel aktör olarak hem de enerji kaynakları açısından önemli olan Suudi Arabistan, Trump için kaybetmek istenmeyecek bir müttefik. Öyle ki Trump göreve geldiği dönem ilk yurt dışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yapmış ve 120 milyar dolarlık silah anlaşması ile ABD tarihinin en büyük silah satışı anlaşmasına imza atmıştı. “Yemen’deki çatışmaların bitirilmesi” misyonunu üstlenen ABD, böylece bölge ülkelerinin desteğini almaya çalıştı.

Prens Bin Selman ve yarattığı demokrasi illüzyonu

Trump, Veliaht Prensin ABD’nin Ortadoğu projeleri açısından önemini defalarca vurguladı. Aslında Prens yaptığı reformlarla göreve geldiği günden bu yana büyük ilgi toplamış, takdir edilmişti. Suudi Prens İngiltere’de “Gelin İslam’ı birlikte modernize edelim” çağrılarında bulunmuştu. Futbol izleme veya sinemaya gitme hakkı gibi simgesel hakların tanınması ise son dönem Arabistan’ının bir gerçeği. Hatta kadınlara araba kullanma hakkı verildiğinde, konu dünya gündeminde epey yer almış, ehliyet alan ilk on kadınla simgesel röportajlar yapılmıştı. Ancak belirtmekte fayda var, kadınların araba kullanmasının yasak olduğu tek ülke olan Suudi Arabistan’da birçok kadın hakları aktivisti, yasağı protesto ederek araba kullanmış ve bu sebeple hapis yatmıştı. Bu örneklerden biri olan Manal el Sharif, araba kullandığı için 2011 yılında hapis yattıktan sonra Suudi Arabistan’ı terk ederek Avusturalya’ya yerleşti. Bunun yanı sıra kadınlar hala reşit bireyler sayılmıyor ve eşlerinin ya da babalarının vasiliğine mecbur bırakılıyorlar.

Muhammed bin Selman döneminde kafa kesme cezalarının iki katına çıktığı, kadın hakları aktivistlerinin tutuklanmasına devam edildiği gerçeği, Yemen’deki cansız bedenlerin yanı başında durmaya devam ediyor. Reformlara dair sahte bir algı yaratmak için Avrupa’ya ve Amerika’ya yapılan ziyaretler, kurulan sıkı bağlar ise gerçekten akıllıca yatırımlardı. Trump’ın “doğru zamanda doğru kişi” dediği Veliaht Prensin reformları ise ilk günden bu yana coşku seliyle karşılandı. New York Times Yazarı Thomas L. Friedman ise Prensi köşesinde şöyle anlatmıştı. “(…) Prens, yalnızca vücutlarının her bir santimetre karesini kapatmadıkları için kadınları azarlayan korkutucu Suudi din polislerinin otoritesini kırmakla kalmadı, aynı zamanda kadınların araba kullanmalarına da izin verdi. Diğer Suudi liderlerin aksine, tutucularla ideolojik olarak kapıştı. ABD’de eğitim alan 28 yaşındaki Suudi bir kadın bana, ‘Prens farklı bir dil kullanıyor. Köktenciliği yok edeceğiz’ dedi”. Kısacası Batı, Selman’ın reformlarını takip ederken bebeğinin emeklemesini izleyen anne babalar kadar şendi. Suudi Arabistan sonunda sihirli değneğini bulmuştu…

Peki, Suudi Arabistan tarihindeki bu “ilkler” toplumsal muhalefet ekseninden koparılıp sadece Veliaht Prens’e bağlanabilir mi? İnsan hakları ve ifade özgürlüğü fetişisti liberal düzenin uygulayıcıları yaklaşık üç yıldır açlığın, hastalığın ve ölümün kol gezdiği Yemen için neden dünyayı ayağa kaldırmıyor?

Yemen demişken vicdan ve ahlak timsali Batının geçmişine göz gezdirmek, tam da bu noktada elzem bir hal alıyor. Uluslararası koruma mekanizmaları yaşanacak insan hakları ihlallerini önlemek için bir takım usuller geliştirir. Uluslararası arenada her devletin tabi olduğu bir “yargı mekanizması boşluğu” olduğu düşünülürse, hukuk ve adalet gibi temeller politik ilişkiler, kaygılar ve çıkarlar üzerinden gelişir demek yanlış olmaz. Birleşmiş Milletlerin (BM) insan hakları ihlali barındıran durumlara müdahale hakkı saklıdır. Bizlerin “insani müdahale” olarak bildiği ve BM’nin bazen müdahalesiyle canhıraş insanlık takdim ettiği, bazen de elinden hiçbir şey gelmediği örnekler mevcut. Aslında bu yazıdaki amaç ne yaşanan vahşeti, katliamları kıyaslamak ne de bir insanın ölümünün binlerce insanın ölümünden daha az önemli olduğunu düşünmek. Asıl amaç, küresel güçlerin ve uluslararası ilişkilerin “çıkar” söz konusu olduğunda nasıl konumlandığıdır.

İnsani müdahale kavramı “bir devletin başka bir devlete karşı, geniş çaplı insan hakları ihlallerini önlemek amacıyla kuvvet kullanması” olarak tanımlanabilir. Ancak Ruanda’da ve Srebrenitsa’da yaşanan soykırımları engellemek için yapılan BM müdahaleleri başarılı “olamadı”. Bu iki vakadan sonra insani müdahale konusu üzerine yeniden düşünüldü ve “koruma sorumluluğu” ile kavramın sınırları belirlendi. Öte yandan insani müdahale kapsamında olmasa da Irak’ta yaşanan başka bir müdahale şekline şahit olduk. Aslında yine vicdan, özgürlük, ahlak gibi kavramların ve elbette dünyanın süper gücü olmanın verdiği ehliyetle yapılan bu müdahalede tek amacın petrol olduğu ortaya çıkmıştı. Peki, Fransa’nın Ruanda’da saldırı gruplarını silahlandırdığı iddiası, BM’nin Bosna için gerekli gayreti ortaya koymadığı gerçeği ve ABD’nin petrol rezervi ülkeleri “özgürleştirmek” istemesi tesadüf olabilir mi?

Ve en önemlisi, gerekli güce sahip olduğu halde Yemen’deki çatışmayı sonlandırmak yerine Suudi Arabistan’a silah satışı yapanlar, BM marifetiyle Yemen’de ölenleri raporlamaya, istatistik haline getirmeye devam mı edecek?

Kaşıkçı’nın kaybolmasını gündemden düşürmeyen küresel medya Yemen için neden suskun?

Küresel medya ve uluslararası karar alıcılar, aylardır Suudi gazeteci Kaşıkçı’ya olanları, bunun insan hakları ve Suudi Arabistan’ın uzun süredir devam eden yabancı ilişkileri için ne ifade ettiğini tartışıp durdular. Suudi eylemlerinin, Yemen’de Amerikan silahları vasıtasıyla binlerce yaşama son vermesine dair ise pek bir gündem yok. Suudi Arabistan liderliğindeki ABD destekli bir koalisyonun 2015’ten beri İran’a bağlı bir isyancı grupla çatıştığı Yemen, belki de yüzyılın en büyük kıtlığını yaşıyor.

Şimdiye kadar kayda geçen 10.000’den fazla ölüm olsa da batılı klasik müzik konserlerinin verildiği yeni Arabistan ve Da Vinci’nin Salvator Mundisi’ni satın alan bu zevkli Prens’in küçük cinayetleri dengeleri nasıl etkileyecek?

Yoksa zenginlik ve politik güçlerle kurulan sağlam ilişkiler dünya tarihine yeni cezasızlık örnekleri mi armağan edecek?

Ve bir soru daha: Bir gazetecinin ölümü Yemen’de öldürülen binlerin yaratamadığı etkiden büyük bir etkiyi nasıl yarattı?

Yoksa trajediler ve istatistikler hakkında söylenenler doğru mu?

Ayşegül Yılmaz

Benzer gönderiler